Yarım kalan yazılar, tamamlanamayan ifadeler, henüz bitmemiş sözcükler ve karşınızda tabii ki yine ben…
Bugün, yukarıda söz ettiğim yarımlıkların üzerine bir perde (şimdilik) çekip, özellikle birkaç gün önce twitter’da dolanırken gözüme takılmış bir konu olan ‘geçmişin iyi olduğu yanılsaması’ üzerine birkaç kelam etmek istiyorum sayın okuyucu. (uzun zamandır ([belki de dostoyevski’den bu yana] parantez içinin parantez içine parantez içi açıyorum, ben neden hiçbir şeyi tamamlayamıyorum)size kimse sayın demiyordu, bence hemen koltuk altlarınız kabarmalı)
Ey, hafızasında birkaç silik anıya ‘toz pembe’ gözlüklerle bakanlar! Evet, evet, siz. Daha geçen gün ‘Ah, nerede o eski günler’ dediniz belki de. Ben bundan eminim. Çünkü beynimiz kolaya kaçmak için her zaman elinden geleni yapıyor. Zor olan acı çekmektir, kötü hissetmektir ya zaten, inanın beyniniz bunu hiçbir zaman istemiyor. Salgılanan kimyasallar, algılayan reseptörler, sinir uçlarımız, bunlar her zaman, her şeyin en kestirmesinden gitmeye çaba gösteriyor. Tıpkı, bizim yaptığımız gibi.
İstisnasız(tabii ki istisnalar olacaktır, umrumda bile değil) herkes lise anılarına dönmek ister, unutulmaz dostluklar, arkadaşlarınla birlikte gittiğin herhangi bir gezi, yapılan şaklabanlıklar, garip sırlar… bunları okurken bile yüzünüzde ufak bir tebessüm oluşacaktır, ne mutlu bana. Ama tekrar düşünelim, ya peki buhar olup giden, geriye kalan yüzde 99’lık alan nerede? Puf olup uçtu! Aynı döneme tekrar dönelim, sınav stresi, yazılıdan zayıf alacak mıyım korkusu, ilk sigara yakalanışı, gelecek kaygısı, ergenlik sancılarımız… Bunları anımsayan var mı? Varsa, hatırlattığım için gerçekten üzgünüm, ancak biliniz ki bunlar yaşantınızın yüzde 99’uydu. Hele o ‘ilk platonik aşk’ özleminiz, eminim ki kimse şu anki (gerçek manadaki şu anki, şu an bu yazıyı okurken) kafasıyla o mide kasılmalarına katlanamayacaktı. Evet, beynimiz, o dönemin, dediğim gibi, belki de yüzde 99’luk bir kısmını, yaşantımızın sıradanlığını, sıkıntılarımızı, ve hatta yaşdığımız acıyı ustaca yok sayıp, bize altın tozlar içinde bir ‘best of’ albümü sunuyor!
Gözlüklerimiz aslında zırhımız
Aslına bakarsak, bu toz pembe gözlükler ruhani sağlığımızın görünmez bir koruyucusu gibi de işlev görüyor olabilir. Bir düşünsenize, geçmişte yaşadığımız her hayal kırıklığını, her başarısızlığımızı, her utancımızı (off, yüzüm çok kızarırdı, biri bir şey dediğinde hemen kızarırdım, ardından biri bir şey daha söylediğinde daha da kızarırdım, domates olana kadar… şimdi düşününce, içimi sıkıntı bastı, nefes alamıyorum) zihnimizde yer alan ‘iyi hatıralar’ kadar berrak anımsayabilseydik, yataktan kalkacak bir gücü kendimizde bulabilir miydik? Bence bu yanılsama, yaşama devam etmemiz, her ne olursa devam etmemiz, umudumuzu yitirmememiz için bize gümüş tepsilerde sunduğu bir uyuşturucu. Teşekkürler beynim.
Evet, beynimize bu tatlı ‘unutkanlık’ ve ‘güzelleştirme’ servisi için minnettar(şeyhim dopamine alışamadım) olabiliriz. Ancak, her uyuşturucunun bir düşüşü olduğu gibi, her pembe gözlüğün de ardında gizlenen acı gerçekler var.
İşte madalyonun o pek de parlak olmayan diğer yüzü…
Bu ‘eskiden her şey daha güzeldi’ korosu, yalnızca nostaljinin tatlı bir seslenişi değil, bazen şimdiki anın tadını kaçıran, geleceğe dair cesaretimizi körelten bir zincir olabilir. Düşünsenize, o idealize edilmiş, cilalanmış geçmiş zaman kesitleri, bugünün somut gerçeklerinden bizi ne kadar uzaklaştırıyor, geleceğe atacağımız adımları nasıl da belirsiz bir sisle gölgeliyor olabilir? Ya da o pek sevgili ‘halının altına süpürme’ sanatında ustalaşıp, geçmişteki hatalardan ders çıkarmak yerine onları zihnimizin en kuytu, en tozlu köşelerine tıkıştırıyorsak? İşte o zaman o şirin pembe gözlükler, masum bir kaçış olmaktan çıkıp, bizi anın berraklığından koparan, bugünün altın değerindeki fırsatlarını görmemizi engelleyen, adeta kronikleşmiş bir miyopluğa dönüşüyor. Ve sayın okur, bu miyopluk, hayatın önümüze sereceği yepyeni deneyimlerin önünde kalın bir perdeye dönüşme potansiyeli taşıyor. Belki de asıl marifet, geçmişin o tatlı anılarını kalbimizin bir köşesinde özenle saklarken, aynı cesaret ve açıklıkla şimdiki anın ve geleceğin tüm gerçeklerini kucaklayabilmektir, ne dersiniz?
Peki, ne yapacağız şimdi bu ‘pembe gözlüklü’ hafızamızla? Onu lanetleyip, her anıyı bir adli tıp uzmanı titizliğiyle mi deşeceğiz? Yok canım, o kadar da değil! Belki de asıl olay, tıpkı bir ip cambazının dengesi gibi, o tatlı yanılsamanın farkında olmakta, ara sıra gözlükleri çıkarıp gerçeklere şöyle bir göz kırpmakta, sonra da o ‘altın tozlu albümün’ keyfini –ama ayarında– çıkarmaya devam etmekte yatıyor. Ne de olsa, hayat dediğin biraz da bu ‘tatlı kaçışlar’ ve ‘acı gerçekler’ arasında savrulup durulmak değil midir? Bir o yana, bir bu yana dönüp dolaşıyor dünya. (Ben yine bir şeyi tamamlayamadım galiba, ama en azından bu sefer konuyu şöyle bir çember içine aldık sayılır, değil mi? Hadi yine iyisiniz.)