Blog

  • kornalar ve ağrılar

    kornalar ve ağrılar

    geçtiğimiz günlerde, alsancak gar önünde yine bitmeyen bir bekleyişin arasında tutuldum.

    yayaya asla yanmayan bir yeşil ışığı kalabalıkla birlikte beklerken ciğerime bir ağrı dokundu.

    bitmeyen trafiğin ardında kalabalığın homurdanışları arasında bir ses duydum: korna.

    kornaları oldum olası sevmemiş, anlamlandıramamışımdır.

    belki de bu coğrafyada kornayı anlamlandırabilecek bir deneyim yaşayamamışımdır.

    ama görünen o ki, kornalar asla doğru anda çalınmıyor.

    metrelerce oluşan trafiğe bir çözüm değildi korna, keza ciğerime saplanan ağrıya da.

    ama istemsizce çaldı herhangi bir şoför, ve diğeri, ve diğeri.

    ne ciğerimin ağrısı geçti, ne trafik bitti, ne biz karşıya geçebildik.

    karşıya bir atabilsem kendimi, aslında çözülecek sanmıştım her şeyi.

    bunların hepsini 60 saniyeye sığdırabilmem ne de büyük umut verici.

    o an anladım, sayın okuyucu. şehir hasta bir bedendi ve bu korna sesleri, ateşli bir hastanın sayıklamalarından farksızdı.

    anlamsız, kesik kesik, çaresiz bir gürültü.

    ciğerime oturan ağrı ise, bu hastalığın iç organlarıma kadar işlemiş bir belirtisiydi.

    biri dışa vuran bir hezeyandı, diğeri içe işleyen bir sancı. ama ikisi de aynı organizmanın, bu sıkışmış hayatlarımızın bir parçasıydı.

    korna, dilin iflasıdır.

    kelimelerle kendini ifade edemeyen bir bedenin, kasılarak çıkardığı gayri ihtiyari bir ses. bir iletişim çabası değil, iletişimsizliğin itirafıdır. metal kutularının içinde hapsolmuş ruhlar, birbirlerine bir şeyler söylemek yerine, sadece birbirlerinin üzerine gürültü kusuyorlardı.

    tıpkı bizim, sosyal medyada birbirimizin yüzüne bakmadan, sadece kelimelerle birbirimize saldırmamız gibi.

    bu yüzden kornalar ve ağrılar kardeştir. şehrin bu ateşli sayıklamaları arasında, benim içimdeki ağrı da kendi sessiz sayıklamasını sürdürüyordu. farkımız şuydu belki de: şoförler, çaresizliklerini dışarıdaki bir hedefe, önlerindeki arabaya yöneltiyordu. benim ağrımın ise bir hedefi yoktu. sadece vardı. tıpkı o hiç yanmayan yeşil ışık gibi, anlamsız ve sabit.

    bu trafik sıkışıklığı, hastalığın kendisi değildi aslında, sadece bir semptomdu. asıl hastalık, bizi bu trafiğe mahkum eden sistemdi. bizi, her gün aynı saatte, aynı yollardan geçip aynı yerlere varmaya zorlayan o görünmez düzen. terfi beklentimiz, ödemek zorunda olduğumuz borçlar, karşılamak zorunda olduğumuz beklentiler… hepsi bu hastalığın farklı belirtileri.

    ve bizler, hastalıktan şikayet etmek yerine, birbirimizin semptomlarıyla kavga ediyoruz. önümüzdeki arabanın yavaş gitmesine kızıyoruz, yan şeritten birinin önümüze kırmasına öfkeleniyoruz.

    kimse, “bu yollar neden bu kadar tıkalı?” diye sormuyor.

    kimse, “neden hepimiz aynı anda aynı yere gitmek zorundayız?” diye sorgulamıyor.

    karşıya geçme yanılsaması

    ve o anki en büyük yanılsamam…

    “karşıya bir atabilsem kendimi, aslında çözülecek sanmıştım her şeyi.”

    ne büyük bir yalan. hastalığın ortasında, bir semptomdan diğerine kaçarak iyileşemezsiniz. karşı kaldırım, sadece yer değiştirmiş bir ağrı, farklı bir korna sesi demekti. asıl kaçış, bu oyundan çıkmaktaydı belki de. ama nasıl?

    ben de bilmiyorum.

    o 60 saniye sonunda karşıya geçtim. ve elbette, hiçbir şey değişmedi. ağrım benimleydi. kornalar hala sayıklıyordu. sadece konumum farklıydı.

    belki de bu yazı da böyle bir şey. bir semptomdan diğerine atlayan, teşhis koymaya çalışırken kendisi de hastalığın bir parçası olan bir metin. size ne söyleyebilirim ki? belki sadece şunu: ağrılarınızı dinleyin sayın okuyucu. kornaların gürültüsünün, içinizdeki o sessiz çığlığı bastırmasına izin vermeyin. çünkü o çığlık, belki de size hastalığın kendisi hakkında bir şeyler fısıldıyordur.

  • Güneşe tükürmek

    Güneşe tükürmek

    -ALŞİMİST

    Açık, apaçık, fazla açık göğe bakıyordum çıplak gözlerimle. Böyle açık göğe tüküreyim. Hiçbir boka benzemez. Böylesinin içinde ne saklanabilirsiniz ne de keşfetmeye değer.
    “İsmail” dedim. “Ne halt yapmaya geldik bu balık tutmaya”
    “Bugün bereketli olur, hem yeni bir mera varmış az ileride”
    Ben İsmail’i de sevmem. Böyle balıkçıya tüküreyim. Yine de bir keresinde gökyüzünü çok sevmiştim. Sabah rakıyla mı uyanmıştım ezanla mı hatırlamıyorum. Zaten orasını çok karıştırmamak gereken günlerdi. Asansörden inmiştim, yokuş aşağı Dario Moreno’nun heykeline yürüyordum. Ayaklarım eskiydi. Sokaklar akşam eğlencesinden yorulmuş, belediye işçilerini bekliyordu. Böyle boş sokaklara sarılmak lazım. Gün boyu arı kovanı gibi vızıltılar içinde kalır, akşam çökünce mesaiden gelmiş babam gibi sessizleşir. Öyle ki sessizlik ve senin aranda kalan boşluktan sarhoş olursun.
    Sokağın sonuna gelince dudağımı yakan izmariti, dalgınlığından olsa gerek bir garsonun, dışarıda unutulmuş kül tablasında söndürdüm. Ay ışığı teğet geçiyordu yüzümü ve ben kendimi sahile attım. Bir çift öpüşüyordu karanlıkta. Bir çift el ele yürüyor, sarhoş bir balıkçı türkü söylüyordu. Bu havada iş vardı dostlar; gök yarı yarıya bulutluydu. Yine de bulutlardan ara sıra kendisini gösteren ay, denizde dans ediyor, gece hayvanlarına eşsiz manzarasını sunuyordu. Böylesi gökyüzüne sarılmak lazım. Katlanır sandalyesinde krallığını ilan eden balıkçı alkolden kısılmış gözleriyle denize dalmış, uçsuz bucaksız karanlık suların içerisini görebilen bir hali vardı. Denize gözleriyle dalanlara sarılmak lazım. Oltasına pek bakmıyor, balık tutmak gibi bir derdi de yok gibiydi. “İşte” dedim, “Böylesi balıkçıya sarılmak gerekir.” Kime dedim, niye dedim, orası pek bilinmez ya yine de saatlerce sahilde ayakta dikildim. Kimsenin beni göremeyeceği karanlıkta saklandım sonra bir süre. En son böylesi bir gizliliğe anne karnında sahip olmuştum gibi geldi. Hatırlarsınız, nemli tavanlarından rutubet akan o evi. İçerisi soğuktur ama siz üşümezsiniz. Yeterince tütün ve kağıtla dünyaları fethedersiniz. Kemikleriniz oluştukça kendinizi tanrı sandığınız o küçük dünyada bir o yana bir bu yana debelenirken hiç sıkılmadığınız bir uykuda peygamber gibi yatar, dışarıdan gelen gölgeleri gerçek zannedersiniz. İçerisi sıcaktır ama siz terlemezsiniz. Sonra bir gün zifiri saadet son bulur. Kılcal damarlarla dolu sinir ve kastan oluşan et duvar sizi bir bağırsak gibi dışarıya tükürür. Aydınlık gözlerinizi kör eder.
    O sırada sahilde güneş doğuyordu. Deniz narin bir kız çocuğu gibi sise sarılmıştı. Sonra, güneş yükseldikçe göğe, deniz hırçın bir erkek çocuğu gibi şehre kafa tutmuştu. Sonra, balıkçı türküyü kesmiş, çiftler erotik oyunlarına son vererek evlerine gitmişti. Günün ilk ışıklarıyla bitki alemi terlemeye başlamıştı. Şimdi geri dönüp sevişmek için de vakit yoktu, işe gitmek gerekiyor. Güneş doğdu. Ben doğdum. Böyle güneşe tüküreyim.

  • sinema atların da hakkı

    sinema atların da hakkı

    Sayın okuyucu, yine bir “neden olmasın ki?” anıyla karşınızdayım, zihnimde dönüp duran, bir türlü mantıklı bir limana yanaştıramadığım o absürt sorulardan biriyle. Hani bazen olur ya, en basit, en “apaçık” görünen kuralların ardında kocaman bir boşluk, bir “ama neden” fısıltısı yankılanır. İşte benimki de o hesap. Kafamın kuytularında fink atan, “hadi canım sen de!” dedirten bir fikirle geldim kapınıza. Ama bu seferki, öyle usul usul sızan bir “varoluşsal sızı” değil, daha çok damarlarımda gezinen (eğer varsa tabii) bir tür neden olmasın ki isyanı. Hani şu sinema salonlarının kadife kapıları var ya, o büyülü dünyaya açılan o eşikler… İşte o eşiklerden atların neden içeri alınmadığına dair beynimi kemiren o soru, bu kez biraz daha arsız, biraz daha “bana ne” diye haykırıyor.

    Sinema salonlarına at sokulmamasının gerçekten mantıklı bir açıklamasını yapamaz bana kimse. Evet, yanlış duymadınız, atla sinema salonuna girmek istiyorum.

    Şimdi diyeceksiniz ki, “Atın sinemada ne işi var?” (bu soruyu soran o sığ zihinlere şimdiden bir çift lafım var, ama neyse, onu parantez içinde boğdum) İyi de, bizim ne işimiz var? Biz kimiz ki, o dev perdedeki illüzyonlara kendimizi bu kadar kaptırma hakkını kendimizde görüyoruz da, dört nala koşan, rüzgarla dans eden, belki de bizden çok daha derin bir “varoluşsal özgürlüğe” sahip olan atları bu keyiften mahrum bırakıyoruz? Bu, en hafif tabirle, türler arası bir faşizm değil midir? (kelimeler yine nasıl da büyüyor, nasıl da anlamlar yükleniyor… sanki bu “faşizm” lafını ederek dünyanın bütün sorunlarını çözmüşüm gibi bir hava, değil mi?)

    “Ama efendim, atlar kocamandır, salona sığmaz”, zırva.

    Koca koca alışveriş merkezlerine sığıyoruz da, bir zamanların fularlılarının ‘tapınak’ muamelesi yaptığımız sinema salonlarına mı sığamayacak o asil hayvanlar? ATLARIN DA ÖZEL KOLTUKLARI OLMALI, evet, hem de en konforlusundan! Belki de o koltuklar, bizim o sıkış tıkış, diz dize oturduğumuz ve yanımızdakinin mısır yeme sesinden filmi duyamadığımız o eziyet yuvalarından çok daha medeni, çok daha “atlara layık” olurdu. Düşünsenize, her atın önünde kişisel bir yulaf kovası, ayaklarının dibinde taze yoncalar… Belki de sinema deneyimi, o zaman gerçek bir ‘komün’ haline gelirdi; sadece iki ayaklıların değil, tüm canlıların (en azından oynamayan oyuncu atların) katılabildiği bir ortam.

    Bir de şu var: Atlar, o filmlerde oynamıyor mu sanki?

    Kah (bu salak ikilemeyi de [bunun adı ikileme değildi] hiç sevmem) bir kovboyun altında çölleri aşıyor, kah bir prensesin hayallerini taşıyor. Peki, kendi performanslarını izleme, kendi “oyunculuklarını” eleştirme (ya da beğenme) hakları neden olmasın? Belki de bir at, kendi oynadığı bir sahneyi izlerken, “Ya şurada biraz daha iyi kişneyebilirdim,” diye içinden geçirecek. Ya da bir başka at, yanındaki arkadaşına dönüp, “Şu insan oyuncu da ne acemiymiş, ben olsam o engeli böyle mi atlardım?” diye fısıldayacak. (Bu fısıltıları duymak için özel bir “atça-insanca” çeviri cihazı da icat ederiz, ne olacak)

    Gördüğünüz gibi sayın okuyucu, bu “atla sinemaya girme” meselesi, benim için sadece uçuk bir fantezi değil, aynı zamanda mevcut hayvanat bahçesi düzenimizin o apaçık görünen saçmalıklarına, o “ama hep böyleydi” dayatmalarına karşı bir başkaldırı. Bir tür delilik mi bu? Belki. Ama akıllı geçinip de, hayatın en basit zevklerini bile belirli kalıplara, belirli türlere hapsetmekten daha büyük bir delilik olabilir mi?

    Ben mi yine bir şeyi tamamlayamıyorum, yoksa asıl “tamamlanmamış” olan, bizim bu ata-erkil (hem mecazi hem de lafzi [yine bir şey türettim] anlamda, evet evet, laf oyunu yapmadan duramıyorum) sinema anlayışımız mı? Bilmiyorum. Ama bir gün, bir sinema salonunun en ön sırasında, yanımda kişneyen bir dostumla birlikte, belki de bir atın başrolde olduğu absürt bir komediyi izlerken bulursam kendimi, işte o zaman bloga yeni bir sayfa eklenmiş olacak. Daha az “sızı”lı, daha çok “kişneme”li bir sayfa…

  • hatıraların iyi olduğu yanılsaması

    hatıraların iyi olduğu yanılsaması

    Yarım kalan yazılar, tamamlanamayan ifadeler, henüz bitmemiş sözcükler ve karşınızda tabii ki yine ben…

    Bugün, yukarıda söz ettiğim yarımlıkların üzerine bir perde (şimdilik) çekip, özellikle birkaç gün önce twitter’da dolanırken gözüme takılmış bir konu olan ‘geçmişin iyi olduğu yanılsaması’ üzerine birkaç kelam etmek istiyorum sayın okuyucu. (uzun zamandır ([belki de dostoyevski’den bu yana] parantez içinin parantez içine parantez içi açıyorum, ben neden hiçbir şeyi tamamlayamıyorum)size kimse sayın demiyordu, bence hemen koltuk altlarınız kabarmalı)

    Ey, hafızasında birkaç silik anıya ‘toz pembe’ gözlüklerle bakanlar! Evet, evet, siz. Daha geçen gün ‘Ah, nerede o eski günler’ dediniz belki de. Ben bundan eminim. Çünkü beynimiz kolaya kaçmak için her zaman elinden geleni yapıyor. Zor olan acı çekmektir, kötü hissetmektir ya zaten, inanın beyniniz bunu hiçbir zaman istemiyor. Salgılanan kimyasallar, algılayan reseptörler, sinir uçlarımız, bunlar her zaman, her şeyin en kestirmesinden gitmeye çaba gösteriyor. Tıpkı, bizim yaptığımız gibi.

    İstisnasız(tabii ki istisnalar olacaktır, umrumda bile değil) herkes lise anılarına dönmek ister, unutulmaz dostluklar, arkadaşlarınla birlikte gittiğin herhangi bir gezi, yapılan şaklabanlıklar, garip sırlar… bunları okurken bile yüzünüzde ufak bir tebessüm oluşacaktır, ne mutlu bana. Ama tekrar düşünelim, ya peki buhar olup giden, geriye kalan yüzde 99’lık alan nerede? Puf olup uçtu! Aynı döneme tekrar dönelim, sınav stresi, yazılıdan zayıf alacak mıyım korkusu, ilk sigara yakalanışı, gelecek kaygısı, ergenlik sancılarımız… Bunları anımsayan var mı? Varsa, hatırlattığım için gerçekten üzgünüm, ancak biliniz ki bunlar yaşantınızın yüzde 99’uydu. Hele o ‘ilk platonik aşk’ özleminiz, eminim ki kimse şu anki (gerçek manadaki şu anki, şu an bu yazıyı okurken) kafasıyla o mide kasılmalarına katlanamayacaktı. Evet, beynimiz, o dönemin, dediğim gibi, belki de yüzde 99’luk bir kısmını, yaşantımızın sıradanlığını, sıkıntılarımızı, ve hatta yaşdığımız acıyı ustaca yok sayıp, bize altın tozlar içinde bir ‘best of’ albümü sunuyor!

    Gözlüklerimiz aslında zırhımız

    Aslına bakarsak, bu toz pembe gözlükler ruhani sağlığımızın görünmez bir koruyucusu gibi de işlev görüyor olabilir. Bir düşünsenize, geçmişte yaşadığımız her hayal kırıklığını, her başarısızlığımızı, her utancımızı (off, yüzüm çok kızarırdı, biri bir şey dediğinde hemen kızarırdım, ardından biri bir şey daha söylediğinde daha da kızarırdım, domates olana kadar… şimdi düşününce, içimi sıkıntı bastı, nefes alamıyorum) zihnimizde yer alan ‘iyi hatıralar’ kadar berrak anımsayabilseydik, yataktan kalkacak bir gücü kendimizde bulabilir miydik? Bence bu yanılsama, yaşama devam etmemiz, her ne olursa devam etmemiz, umudumuzu yitirmememiz için bize gümüş tepsilerde sunduğu bir uyuşturucu. Teşekkürler beynim.

    Evet, beynimize bu tatlı ‘unutkanlık’ ve ‘güzelleştirme’ servisi için minnettar(şeyhim dopamine alışamadım) olabiliriz. Ancak, her uyuşturucunun bir düşüşü olduğu gibi, her pembe gözlüğün de ardında gizlenen acı gerçekler var.

    İşte madalyonun o pek de parlak olmayan diğer yüzü…

    Bu ‘eskiden her şey daha güzeldi’ korosu, yalnızca nostaljinin tatlı bir seslenişi değil, bazen şimdiki anın tadını kaçıran, geleceğe dair cesaretimizi körelten bir zincir olabilir. Düşünsenize, o idealize edilmiş, cilalanmış geçmiş zaman kesitleri, bugünün somut gerçeklerinden bizi ne kadar uzaklaştırıyor, geleceğe atacağımız adımları nasıl da belirsiz bir sisle gölgeliyor olabilir? Ya da o pek sevgili ‘halının altına süpürme’ sanatında ustalaşıp, geçmişteki hatalardan ders çıkarmak yerine onları zihnimizin en kuytu, en tozlu köşelerine tıkıştırıyorsak? İşte o zaman o şirin pembe gözlükler, masum bir kaçış olmaktan çıkıp, bizi anın berraklığından koparan, bugünün altın değerindeki fırsatlarını görmemizi engelleyen, adeta kronikleşmiş bir miyopluğa dönüşüyor. Ve sayın okur, bu miyopluk, hayatın önümüze sereceği yepyeni deneyimlerin önünde kalın bir perdeye dönüşme potansiyeli taşıyor. Belki de asıl marifet, geçmişin o tatlı anılarını kalbimizin bir köşesinde özenle saklarken, aynı cesaret ve açıklıkla şimdiki anın ve geleceğin tüm gerçeklerini kucaklayabilmektir, ne dersiniz?

    Peki, ne yapacağız şimdi bu ‘pembe gözlüklü’ hafızamızla? Onu lanetleyip, her anıyı bir adli tıp uzmanı titizliğiyle mi deşeceğiz? Yok canım, o kadar da değil! Belki de asıl olay, tıpkı bir ip cambazının dengesi gibi, o tatlı yanılsamanın farkında olmakta, ara sıra gözlükleri çıkarıp gerçeklere şöyle bir göz kırpmakta, sonra da o ‘altın tozlu albümün’ keyfini –ama ayarında– çıkarmaya devam etmekte yatıyor. Ne de olsa, hayat dediğin biraz da bu ‘tatlı kaçışlar’ ve ‘acı gerçekler’ arasında savrulup durulmak değil midir? Bir o yana, bir bu yana dönüp dolaşıyor dünya. (Ben yine bir şeyi tamamlayamadım galiba, ama en azından bu sefer konuyu şöyle bir çember içine aldık sayılır, değil mi? Hadi yine iyisiniz.)

  • sıcağı sıcağına hissetmezsin

    sıcağı sıcağına hissetmezsin

    sıkıcı, bunaltıcı bir ayın ardından nedense tam şu anda bu yazıyı kaleme (aslında bilgisayarın klavyesine) alasım geldi.

    15 kasım 2023 günü, şu anda akşam sularında bu yazıyı yazıyorum. aşırı sıkıcı ve durağan bir gündem üzerinden bir yandan işimi yapmaya çabalıyorum, diğer yandan ise tam şu anda var olmanın dayanılmaz ağırlığını sırtımda hissediyorum.

    sırtımda hissediyorum demişken, geçtiğimiz ay (13 ekim 2023) başıma belki de olasılıksızlıkların en dibindeki olasılık geldi. tahmini saatte on kilometre hızla giden bir motor tarafından çarpılarak yere düşürüldüm. evet tarafından.

    o gece, belki biraz da içkinin etkisiyle ne bir acı, ne de başka duygular hissetmiştim, diğer sıradan günlerdeki gibi, lanet konak tramvayına atlayıp eve gidecektim, tabii ki başıma geleceklerden habersiz.

    üstelik felaket de çişim geldiği için konak’ta inip, vapur önündeki tuvaletlere gitsem de kapıdaki görevli saat geçtiği için beni içeri almadı, o an tüm ölmüşlerine rahmet okudum kendisinin.

    neyse, tekrar tramvaya bindim lakin bu sefer farklıydı, hafiften bir burkulma ağrısı hissediyordum. derken tramvay ilerledikçe sanki ağrım da şiddetleniyor ve bayılacak gibi oluyordum.

    bu çilenin ardından ineceğim durağa geldim ve hayatımın anlamı beni karşıladı, ben tabii her şeyden habersiz bir biçimde halen eve gidip, üzerine buz koyup geçirme taraftarıydım fakat talebim hoş karşılanmadı. zorla taksiye binip hastaneye götürüldüm.

    buraya kadar her şey normal, hatta o kadar normal ki saatlerce acilde sıra bekledim, röntgene yürüyerek gittim, her şey her zamanki gibi sıradan.

    ta ki önlüklü bir lavuğun gelip, ayağınız kırık demesine kadar.

    evet yine her şeyi yarım bıraktığım gibi bu yazıyı da yarım bırakmışım. bugün 20 kasım 2023 ve yazmaya devam etmeye karar verdim.

    önlüklü lavuk, kırık dediği an beynimden vurulmuşa döndüm. çünkü hastaneyr kadar yürüyerek gelmiştim, her taksi, röntgen, bekleyiş bunların hepsi kırık ayağımla gerçekleşmişti. bir halk deyimini daha rasyonal doğrultuda benimsedim: sıcağı sıcağına hissetmezsin 🙁

    neyse ki o an yanımda hayatımın anlamı vardı lol. garibim, onu da içeri almadıkları için dışarıda uyukluyordu. telefonla ilk aradım açmadı, ilk telkinim sakin olması yönündeydi. beklediğimden de sakinlikle karşıladı bu durumu zaten. yine bitmek bilmeyen bir bekleyişin ardından gelen bir diğer önlüklü lavuk hayatının hatasını(aslında benim hayatomın hatasıydı) yaparak kırılan kemiğimi taş devri yöntemlerle yerine parmağıyla ittirerek oturtmaya çalıştı. pek tabii ben de devrin şartlarına uygun kelimeler sarf ettim kendisine. ve bir çırpıda(o’nun için pek bir çırpı değildi, alçımı yaklaşık yirmi beş dakika sabit tuttu flşdlf), yürüyerek girdiğim hastaneden, ayağımda beş kilo fazlalıkla, kelimenin tam anlamoyla bir topal olarak saat gece üçte ayrıldım.

    kırık ayağımın röntgeni
    şu siteye ayak atmayın kardeşim!

    başladığım şeyleri ne de güzel sürdürebiliyorum değil mi? bugün 7 mayıs 2025 ve ben döndüm, dolaştım yine buraya geldim. 20 kasım 2023’ten bu yana neler yaşadım, yaşantımda neler değişti gerçekten hızına yetişemiyorum. ben bir beş on senedir. çoğunlukla pek çok şeye yetişemiyorum.

    ama 14 ekim 2023 tarihine geri dönebilirim, ki bu aralar oldukça unutkan olduğumu yavaş da olsa fark ediyorum, gece üçte hastaneden ayağımda beş kilogram, düşünsel anlamda ise tonlarca ağırlıkla ayrıldım. taksiye kadar tekerlekli sandalye ile, taksiye ise seke seke gittim. evime geldiğimde ise, oldukça meşekkatli(bence bu kelime tek t olmalı, fonetik olarak hem kulağa hem dile hem göze daha çok hitap ediyor. ben ne zamanda beri böyle lümpen dertlere sahip oldum?) bir merdiven yolculuğu yaptım. her gün inip çıktığım, belki de çoğu zaman dalgınlıktan çıktığımın ya da indiğimin dahi farkında olmadığım merdivenlerin, beni bu kadar yoracağını iç düşünmezdim, en azından fiziksel olarak.

    eve geldiğimizde oldukça bitkin bir haldeydik, çok nadirdir ki yastığa başımı koyduğumdaki mental acı fiziksel acımdan daha hafifti. oysa beni uyutmayan mental acıya alışıktım. nereden çıkmıştı şimdi bu? sıcağı sıcağına hissetmediğim sızı, içimi adeta kan ağlatıyordu. öte yandan, birazcık dahi kımıldama gibi bir şansım yoktu, sırtüstü (bence bu kelime ayrı yazılmalı ama tdk birleşik yazıyor) yatmaktan nefret eden ben, adeta devrik bir put, yahut beyni burnundan ilkel yöntemlerle alınıp yanındaki kavanoza konmuş, ardından mumyalanmış bir firavun gibiydim. firavun benzetmesi daha yerinde olabilir, çünkü bacağımın yarısı sargıda, acıdan da beynimi kavanoza koymuş bir vaziyetteydim zaten.

    şimdi geriye dönüp bakıyorum da, hemen hemen geçen iki senenin ardından günlük dertlerim pek değişmemiş gibi. yine ot gibi yaşıyor, ve günden güne yok oluyorum. ama gerçekten, yüksek ihtimalle yaşantımın en zorlu günleriydi ayağımın kırık olduğu dönem. bir odadan diğer odaya geçebilmek için neredeyse saatler harcıyordum. tuvalet adeta zuldü. işe gitmiyordum, evde yatıyordum tüm gün, ve herhangi bir uğraşı bulamadığımdan düşünsel anlamda daha da dibi görmüştüm. iş yerinde yaşanan kaygılar da cabasıydı. mental anlamda o ekim ve kasım 2023 dönemimi şu olayla özetleyebilirim; o dönem can sıkıntısından ‘toplar ve satarım’ dediğim bilgisayar kasası parçalarını birleştirdim, sadece kablolarını takıp, ilgili sitelere ilan olarak vermek kaldı, aradan hemen hemen iki yıl geçti, hala kablolarını takmadım. belki de bana ayak bağı olan, beni dibe çekmeye zorlayan, bu bilgisayarın kablolarıdır, kim bilir? en azından, ben bilsem keşke.

  • Hiçlik sarmalı

    Hiçlik sarmalı

    Evet, her şeyi erteleyen ben, tabii ki bunu da erteledim.

    Aşağıda göreceğiniz görseli bana modern teknoloji anımsattı, o yüzden ona bir teşekkür borçluyum.

    Bir sahilde yine kimsesizken çektiğim, hiçliğin sonsuzluğunu tanımlayan bu görseli gördüğümde, içimdeki boşluk yine soluk alıp verirken etime battı. Belki baktığınızda sizin için hiçbir anlam ifade etmeyebilir, ancak ben şöyle bir geçmişe dönüp baktığımda, yine koca bir hiçlikle karşı karşıya kalıyorum.

    Evet, bahsi geçen görsel işte bu!

    Yazının başına bahsettiğim ertelemeye değinecek olursam, bu fotoğrafı sabah saat sekizi beş geçe, 28 Eylül 2015’te çekmişim. Tahmin ettiğiniz gibi, görür görmez birkaç satır karalayasım geldi. Fakat erteleye erteleye, bu güne kadar getirdim. Nereden baksan bir ay, yine hiçliğe karışmış bir başka ay.

    Bu ay da, bu fotoğrafın üzerinden geçen hiçliğe boğulmuş 85 ay da, kim bilir kaç kilometre yürüdüm, kaç kez yaşamı sorguladım. Belki de birkaç kez ölmüşümdür?

    bu yazıyı uzun bir yolculuk sırasında yazıyorum. Tıpkı yaşamımda yaptığım diğer anlamsız yolculuklar gibi. Boşluktan mıdır bilmem, ancak ertelemeyi en azından şimdilik reddedip içimde dönen ufak tefek kelebekleri buraya kusmak istedim. Ne kusacağımı da inanın bilmiyorum.

    Havaya baktığımda tipik korkunç sonbahar havası, kafkaesk bir kasvet hakim. Kimine göre huzuru tanımlayan, o günkü ruh halimi halen iyi anımsıyorum, bana göre ise yalnızlığını boğucu sonsuzluğunu gösteren bir kare. Ufuk çizgisinde bilmediğim, görmediğim gizemli bir ada (ipucu, Yunan’a kaptırdığımız 293839 kara parçasından biri) ve bir o kadar da benim içimde gizemini koruyan yokoluş arzusu.

    O zamanlar geleceğe dair hiçbir şey düşünemiyordum, ne olacak, nasıl olur soruları benim için içi boş birkaç kelamdan öteye geçmiyordu. Günü bir şekilde geçiriyordum, bu şekilde de gün günü geçiriyordu. Bu fotoğrafı çekmeden evvel de bir sabah uyandım, bozuk havaya aldırış etmeksizin sahile yürüdüm. Yolda başıboş yürürken birkaç sigara tüttürdüm. Yazları bir haftalık tatilini telaşla geçirmeye çalışan insanların dolup taşırdığı yerde, yalnızca birkaç ördek ve ben vardım. Evet, yalnızdım, ama bir kente yürüyen ordu gibiydim…

    Şimdi o başıboş günlerin özlemini çekiyor gibiyim. O gün yağan yağmuru hissediyorum hala içimde. Hatta birkaç gün önce de bununla ilgili bir gönderi paylaştığımı gördüm, hafif bir tebessüm belirdi yüzümde: “yağ be yağmur düşene bir tekme de sen vur”

    Geriye dönüp baktığımda, gerçekten düşmüş müydüm, yoksa düşmek mi istiyordum diye sorgulamadan edemiyorum. Çünkü geldiğim noktada, o anki duygu durumumu yeğler gibi bir halim var. ancak bir o kadar da uzak kalıyor bana o zamanki benliğim. Belki bu süreçte okuduğum kitaplar, yürüdüğüm yollar, tırmanırken düşüp yuvarlandığım engebeler beni bu günlere getirdi, ancak sormak istediğim, acaba bunları gerçekten ister miydim?

    Bu fotoğrafı çeken ben yüksek ihtimalle istemez, kolay yolu seçerdi. Ancak bu yazıyı yazan ben yüksek ihtimalle bu yolları geçmeyi yeğlerim. Zaten yeğlemeseydim şu an bu yazının başında değil, birkaç çiçek için gübre olmuştum bile.

    Düşününce, yaşadığımız her şeyi erdem olarak görürüz. Ancak beş sene önceki kendimize bunu sorduğumuzda bunları yalnızca bir dert olarak tanımlar, en azından ben böyle olduğunu varsayıyorum. O zamanlar yine çektiğim birkaç fotoğrafı buraya iliştiriyorum. Çünkü bana ufak çaplı flashback yaşatıyorlar. Elimdeki sigarayı çekmek bir zamanlar benim için modaydı. Belki sanat ve estetik kaygısı olduğundan, yahut emek telaşından. Birçoğunuz buna özentilik der, ne ala! Neyse, ben bunları çektiğim zamanlar, kendimi oldukça düşük bir duydu durumda hissediyordum. Ruhumda inanılmaz bir sancı, ciğerimi dolduran dumanla temiz havaya karışıp gidiyor gibi oluyordu. Oysaki dertler yaşamaya iter biraz insanı. Asetizm insanın kanında vardır. Ne yaparsan yap bundan kaçamazsın.

    Yazıyı yine bir başından alıp, diğer tarafına kıvırdım. Hayatım da çoğu zaman böyle geçiyor. Daha fazla uzatıp acıyan yerlerimi kaşımama hiç gerek yok, en azından şimdilik. Kendinize lütfen iyi bakın. 01.11.2022

  • Yok Oluşun Dayanılmaz Hafifliği – Mehmet Pişkin

    Biz, bu çağın yavaş yavaş intihar eden neferleriyiz.

    Ancak biri vardı ki, bu insan ömrünün en güzel yıllarında fişini erken çekti. İsmini tahmin ediyorsunuzdur, tabii ki Mehmet Pişkin.

    Siz saydınız mı bilmiyorum ancak, ben saydım. Ölümünün, yani dünyevi zevklerin anlamsızlığına son verişinin üzerinden tam sekiz yıl geçmiş. Bu sekiz yıl içinde ne oldu dersiniz?

    Kimi buna koca bir sıfır olarak yanıt verir, kimi de mantıken bir olarak adlandırabilirdi. Ben sıfırın karşı konulmaz çekiciliğinden yana oyumu kullanıyorum.

    Nedenini inanın bilmiyorum, biliyorum, bugüne kadar neler gördük, neler yaşadık. Sevdik, sevildik, çeşitli yaşam kavgaları verdik, bu topraklarda üstün bir savaş verdik cehalete karşı. Ancak ruhani doyumumuz inanın bir adım ileri gitmedi, aksine daha da geriye çekildi. Bir düşünün, bana hak vereceksiniz.

    Yok olmanın tabir olarak basitliği, ancak anlam olarak derinliği içerisinde yazıyorum bu yazıyı. Ve sonu nereye varacak bilemdiğim bir yolda ilerliyorum. Evet, Mehmet Pişkin’in de bahsettiği gibi, ne bir uyuşturucui ne de bir alkolün etkisindeyim( alkol için şu an kesin bir şey diyemeyeceğim). Ancak belki de aynı duyguları onunla birlikte paylaşıyorum. Nedendir bilmiyorum, uzun zamandır kendimi iyi hissedemiyorum. Çevreme yolladığım çiçekleri keşke kendi ruhuma, içime de işleyebilseydim. Ancak ruhum ilmek değil ki. Belki de ilmek ilmektir, ancak bunu ifade etmek için herhangi bir çabam yok. Sessiz bir nöbetteyim.

    Evet, araya birkaç sigara girdi bu yazıyı yazarken, onlarca nefes aldığımı hissedemedim yine. Uzun zamandır gerçekten nefes alabildiğini hisseden var mı? İnanın ben alsam bile yetmiyor.

    Bilmiyorum, belki de benimki yalnızca genel geçer bir duygu durum bozukluğudur. Ancak bildiğim tek bir şey var ki, Mehmet Pişkin kadar keskin bir fikir birliğine yaşamım boyunca erişemeyeceğim. İçimde kopan kırk fırtınanın otuz dokuzuna yenik düşüp, birinde boğulacağım.

    Birinde boğulurken dahi, diğer 39 fırtınaya yelken açmayı düşeyeceğimden eminim. Huzursuzluğun tanımını yüksek ihtimalle en açık ifadeyle böyle yapabilirdim.

    Neyse, konudan çoook uzak şeylere daldım yine, beynimin çorbasına sizi daldırmak istemem. Özet olarak, tıpkı Mehmet Pişkin gibi, kendimi 8-9 senedir iyi hissetmiyorum diyerek, bu yazıyı da burada sonlandırıyorum. Huzurla uyu…

  • güneş doğacak açacak çiçek

    yaklaşık bir haftadır uyku düzenim mahvoldu. (sanki önceden vardı)
    nedenini anlamadığım bir biçimde uyuyamıyorum. uyusam dahi gün içerisinde tır çarpmış etkisinde yaşıyorum.

    uyku gerçekten önemli detay. bazen yaşamdan kaçmak için, kimi zaman da gerçekten yaşama tutunabilmek için ihtiyacımız olan garip bir nane. hatta kimi kitaplarda yarı ölüm olarak adlandırılıyor. yarım değil, ölümden beter hale getiren şeye, bazen nasıl da ihtiyacımız olabiliyor.

    neyse, burada parantez açmak istediğim nokta, ne ölüm, ne uyku. jüpiter’e değinmek istedim bu gece (belki de sabah demeliydim, kim bilir)

    gecenin bu karanlığında gözlerimi kapatırken bir ışık topu gökyüzünde dikkatimi çekti. bir an gözlüğümden yansıyan bir ışık kaynağı olduğunu düşündüm(evet gözlüğümü çıkarmadan uyuyorum!) ancak bir düşünceyi içimde bastıramadım; o bir yansıma değil. şüphedir ya insanı var eden zaten.

    tekrar gözlerimi açtığımda kocaman bir ışık topu tepemde yalp yalp ediyordu. (bu terimi yaşar kemal’in ince memed’inde öğrendim. parıl parıl parlamak) karşılıklı bakışmamız uzunca bir süre devam etti. onun adının jüpiter olduğunu da yeni öğrendim. daha önce penceremde satürn’le selamlaştığımız oldu!

    daha önce de dostlarımla marsın mars oldugunu vermiştim. yaklaşık bir yaz boyunca, her gece tepemizde beliren kızıl parıltının mars olduğuna, biz sahilde ucuz şarap içerken( köpek öldüren tabirini sevmiyorum, köpekler de, tüm canlılar da yaşasın) bizimle birlikte olduğuna kimseye inandıramıyordum. kendimi galileo galilei gibi hissediyordum, onlar da engizisyon mahkemesi gibiydi. neyse ki yargılanmam kısa sürdü, gezegen haritasıyla mars olduğunu kanıtlamıştım.

    yine aynı yöntemle, jüpiter’in jüpiter olduğunu kendime kanıtladım. insanın insanı değil kendisini ikna etmesi oldukça zordur. oysa ben kolaylıkla ikna oldum!

    şişko toz bulutu parliament mavisinde.

    saat 05.49 itibariyle havada parliament mavisi hakim, aynı zamanda şişko toz bulutu tüm zarafetiyle parlamaya devam ediyor. bir toz kütlesi nasıl uykumu bölebilir? bir toz kütlesi için ömür mü verilir? ( galileo galilei jüpiter’in dört uydusunu keşfetmiştir) bu toz kütlesinde de acaba dünyayı görüp uykusu bölünen, ya da ay’ı keşfeden biri için engizisyon mahkemesi tarafından ömür boyu ev hapsine mahkum bırakılan birisi var mıdır?

    evet bu saatler bunları düşünmek için oldukça uygun, çünkü insan soyu yaşam telaşında, yarının temelini bugünden atıyor. aslında onlar da düşünüyor. herkes tutturmuş bir düş eylemidir ki gidiyor. bana göre kimse düşünmüyor. onlara göre ise ben bir kuş beyinliyim yüksek ihtimalle.

    daha fazla uzatmadan, sozlerimi güneşi doğurarak sonlandırıyorum. uyku düzenimi mahvettiğim günlere bir yenisi daha eklendi. uyandığımda zombi gibi olacağım. çiçek açacak mı, bunu sonra göreceğiz.

    sevgiyle kalın. 06.09

  • Merhabalarla vedalaşmak

    Geçtiğimiz sene, hemen hemen bu zamanlar yine bir blog girişiminde bulunmuş, ancak yaşamımdaki ezici çoğunluk olan şeyler gibi başladığım bu işi de yarıda bırakmıştım (belki de en başında)

    Şimdi, aradan geçen bunca zaman ardından tekrardan başlıyorum, aradan geçen 365 ve daha fazla güne nazaran, başladığım zamandayım. Şu anda bu satırları karalarken de bunun bilincinde olmak beni biraz yaraladı.

    Yara demişken, çok sevdiğim bir düşünürün sözü, yaralarım benden önce de vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum, aklıma geldi.

    Düşe kalka, bu yaraları gerek bedenimde, gerekse de ruhumda taşıyarak 26’ncı yaşıma adım attığım geçtiğimiz günlerde. Yeniden başlamaya beni iten şeyin belki de bir kıvılcımı buradan gelmiştir, kim bilir? Ben bilmiyorum, orası kesin. Yok oluş serüvenimde ne yaptığımı, ne yapacağımı hala kestiremiyorum çünkü.

    Geçtiğim yollarda ise edindiğim tecrübelerimden yola çıkacak olursam, yarın ne olacağını kimsenin kestiremeyeceğidir. O yüzden, belki de gerçekten hatanın neresinden dönülse kardır? Hatta, hatanın 26’sından dönülse güzel kardır.

    Bu satırlara başlamadan önce, başlıktan da görüleceği üzere, aklımda olan şey bir giriş yazısı yazmaktı, ancak biraz ilerleyince yine ana konudan saptım…

    Burada, bundan sonra (umarım) gündelik yaşantımdan uzak, ancak bir o kadar da yakın, ruhsal çırpınışlarımı iki satıra dökmeyi amaçlıyorum.

    Kim bilir, yine aha başlamadan bırakacağım bir işe girişmişimdir yine? Tutarsızlığımı şimdiden belli etmem hiç iyi olmadı.

    O yüzden, en azından şimdilik, hepinizle merhaba diyerek vedalaşıyorum.