Evet, her şeyi erteleyen ben, tabii ki bunu da erteledim.
Aşağıda göreceğiniz görseli bana modern teknoloji anımsattı, o yüzden ona bir teşekkür borçluyum.
Bir sahilde yine kimsesizken çektiğim, hiçliğin sonsuzluğunu tanımlayan bu görseli gördüğümde, içimdeki boşluk yine soluk alıp verirken etime battı. Belki baktığınızda sizin için hiçbir anlam ifade etmeyebilir, ancak ben şöyle bir geçmişe dönüp baktığımda, yine koca bir hiçlikle karşı karşıya kalıyorum.
Yazının başına bahsettiğim ertelemeye değinecek olursam, bu fotoğrafı sabah saat sekizi beş geçe, 28 Eylül 2015’te çekmişim. Tahmin ettiğiniz gibi, görür görmez birkaç satır karalayasım geldi. Fakat erteleye erteleye, bu güne kadar getirdim. Nereden baksan bir ay, yine hiçliğe karışmış bir başka ay.
Bu ay da, bu fotoğrafın üzerinden geçen hiçliğe boğulmuş 85 ay da, kim bilir kaç kilometre yürüdüm, kaç kez yaşamı sorguladım. Belki de birkaç kez ölmüşümdür?
bu yazıyı uzun bir yolculuk sırasında yazıyorum. Tıpkı yaşamımda yaptığım diğer anlamsız yolculuklar gibi. Boşluktan mıdır bilmem, ancak ertelemeyi en azından şimdilik reddedip içimde dönen ufak tefek kelebekleri buraya kusmak istedim. Ne kusacağımı da inanın bilmiyorum.
Havaya baktığımda tipik korkunç sonbahar havası, kafkaesk bir kasvet hakim. Kimine göre huzuru tanımlayan, o günkü ruh halimi halen iyi anımsıyorum, bana göre ise yalnızlığını boğucu sonsuzluğunu gösteren bir kare. Ufuk çizgisinde bilmediğim, görmediğim gizemli bir ada (ipucu, Yunan’a kaptırdığımız 293839 kara parçasından biri) ve bir o kadar da benim içimde gizemini koruyan yokoluş arzusu.
O zamanlar geleceğe dair hiçbir şey düşünemiyordum, ne olacak, nasıl olur soruları benim için içi boş birkaç kelamdan öteye geçmiyordu. Günü bir şekilde geçiriyordum, bu şekilde de gün günü geçiriyordu. Bu fotoğrafı çekmeden evvel de bir sabah uyandım, bozuk havaya aldırış etmeksizin sahile yürüdüm. Yolda başıboş yürürken birkaç sigara tüttürdüm. Yazları bir haftalık tatilini telaşla geçirmeye çalışan insanların dolup taşırdığı yerde, yalnızca birkaç ördek ve ben vardım. Evet, yalnızdım, ama bir kente yürüyen ordu gibiydim…
Şimdi o başıboş günlerin özlemini çekiyor gibiyim. O gün yağan yağmuru hissediyorum hala içimde. Hatta birkaç gün önce de bununla ilgili bir gönderi paylaştığımı gördüm, hafif bir tebessüm belirdi yüzümde: “yağ be yağmur düşene bir tekme de sen vur”
Geriye dönüp baktığımda, gerçekten düşmüş müydüm, yoksa düşmek mi istiyordum diye sorgulamadan edemiyorum. Çünkü geldiğim noktada, o anki duygu durumumu yeğler gibi bir halim var. ancak bir o kadar da uzak kalıyor bana o zamanki benliğim. Belki bu süreçte okuduğum kitaplar, yürüdüğüm yollar, tırmanırken düşüp yuvarlandığım engebeler beni bu günlere getirdi, ancak sormak istediğim, acaba bunları gerçekten ister miydim?
Bu fotoğrafı çeken ben yüksek ihtimalle istemez, kolay yolu seçerdi. Ancak bu yazıyı yazan ben yüksek ihtimalle bu yolları geçmeyi yeğlerim. Zaten yeğlemeseydim şu an bu yazının başında değil, birkaç çiçek için gübre olmuştum bile.
Düşününce, yaşadığımız her şeyi erdem olarak görürüz. Ancak beş sene önceki kendimize bunu sorduğumuzda bunları yalnızca bir dert olarak tanımlar, en azından ben böyle olduğunu varsayıyorum. O zamanlar yine çektiğim birkaç fotoğrafı buraya iliştiriyorum. Çünkü bana ufak çaplı flashback yaşatıyorlar. Elimdeki sigarayı çekmek bir zamanlar benim için modaydı. Belki sanat ve estetik kaygısı olduğundan, yahut emek telaşından. Birçoğunuz buna özentilik der, ne ala! Neyse, ben bunları çektiğim zamanlar, kendimi oldukça düşük bir duydu durumda hissediyordum. Ruhumda inanılmaz bir sancı, ciğerimi dolduran dumanla temiz havaya karışıp gidiyor gibi oluyordu. Oysaki dertler yaşamaya iter biraz insanı. Asetizm insanın kanında vardır. Ne yaparsan yap bundan kaçamazsın.
Yazıyı yine bir başından alıp, diğer tarafına kıvırdım. Hayatım da çoğu zaman böyle geçiyor. Daha fazla uzatıp acıyan yerlerimi kaşımama hiç gerek yok, en azından şimdilik. Kendinize lütfen iyi bakın. 01.11.2022