geçtiğimiz günlerde, alsancak gar önünde yine bitmeyen bir bekleyişin arasında tutuldum.
yayaya asla yanmayan bir yeşil ışığı kalabalıkla birlikte beklerken ciğerime bir ağrı dokundu.
bitmeyen trafiğin ardında kalabalığın homurdanışları arasında bir ses duydum: korna.
kornaları oldum olası sevmemiş, anlamlandıramamışımdır.
belki de bu coğrafyada kornayı anlamlandırabilecek bir deneyim yaşayamamışımdır.
ama görünen o ki, kornalar asla doğru anda çalınmıyor.
metrelerce oluşan trafiğe bir çözüm değildi korna, keza ciğerime saplanan ağrıya da.
ama istemsizce çaldı herhangi bir şoför, ve diğeri, ve diğeri.
ne ciğerimin ağrısı geçti, ne trafik bitti, ne biz karşıya geçebildik.
karşıya bir atabilsem kendimi, aslında çözülecek sanmıştım her şeyi.
bunların hepsini 60 saniyeye sığdırabilmem ne de büyük umut verici.
o an anladım, sayın okuyucu. şehir hasta bir bedendi ve bu korna sesleri, ateşli bir hastanın sayıklamalarından farksızdı.
anlamsız, kesik kesik, çaresiz bir gürültü.
ciğerime oturan ağrı ise, bu hastalığın iç organlarıma kadar işlemiş bir belirtisiydi.
biri dışa vuran bir hezeyandı, diğeri içe işleyen bir sancı. ama ikisi de aynı organizmanın, bu sıkışmış hayatlarımızın bir parçasıydı.
korna, dilin iflasıdır.
kelimelerle kendini ifade edemeyen bir bedenin, kasılarak çıkardığı gayri ihtiyari bir ses. bir iletişim çabası değil, iletişimsizliğin itirafıdır. metal kutularının içinde hapsolmuş ruhlar, birbirlerine bir şeyler söylemek yerine, sadece birbirlerinin üzerine gürültü kusuyorlardı.
tıpkı bizim, sosyal medyada birbirimizin yüzüne bakmadan, sadece kelimelerle birbirimize saldırmamız gibi.
bu yüzden kornalar ve ağrılar kardeştir. şehrin bu ateşli sayıklamaları arasında, benim içimdeki ağrı da kendi sessiz sayıklamasını sürdürüyordu. farkımız şuydu belki de: şoförler, çaresizliklerini dışarıdaki bir hedefe, önlerindeki arabaya yöneltiyordu. benim ağrımın ise bir hedefi yoktu. sadece vardı. tıpkı o hiç yanmayan yeşil ışık gibi, anlamsız ve sabit.
bu trafik sıkışıklığı, hastalığın kendisi değildi aslında, sadece bir semptomdu. asıl hastalık, bizi bu trafiğe mahkum eden sistemdi. bizi, her gün aynı saatte, aynı yollardan geçip aynı yerlere varmaya zorlayan o görünmez düzen. terfi beklentimiz, ödemek zorunda olduğumuz borçlar, karşılamak zorunda olduğumuz beklentiler… hepsi bu hastalığın farklı belirtileri.
ve bizler, hastalıktan şikayet etmek yerine, birbirimizin semptomlarıyla kavga ediyoruz. önümüzdeki arabanın yavaş gitmesine kızıyoruz, yan şeritten birinin önümüze kırmasına öfkeleniyoruz.
kimse, “bu yollar neden bu kadar tıkalı?” diye sormuyor.
kimse, “neden hepimiz aynı anda aynı yere gitmek zorundayız?” diye sorgulamıyor.

karşıya geçme yanılsaması
ve o anki en büyük yanılsamam…
“karşıya bir atabilsem kendimi, aslında çözülecek sanmıştım her şeyi.”
ne büyük bir yalan. hastalığın ortasında, bir semptomdan diğerine kaçarak iyileşemezsiniz. karşı kaldırım, sadece yer değiştirmiş bir ağrı, farklı bir korna sesi demekti. asıl kaçış, bu oyundan çıkmaktaydı belki de. ama nasıl?
ben de bilmiyorum.
o 60 saniye sonunda karşıya geçtim. ve elbette, hiçbir şey değişmedi. ağrım benimleydi. kornalar hala sayıklıyordu. sadece konumum farklıydı.
belki de bu yazı da böyle bir şey. bir semptomdan diğerine atlayan, teşhis koymaya çalışırken kendisi de hastalığın bir parçası olan bir metin. size ne söyleyebilirim ki? belki sadece şunu: ağrılarınızı dinleyin sayın okuyucu. kornaların gürültüsünün, içinizdeki o sessiz çığlığı bastırmasına izin vermeyin. çünkü o çığlık, belki de size hastalığın kendisi hakkında bir şeyler fısıldıyordur.