-ALŞİMİST
Açık, apaçık, fazla açık göğe bakıyordum çıplak gözlerimle. Böyle açık göğe tüküreyim. Hiçbir boka benzemez. Böylesinin içinde ne saklanabilirsiniz ne de keşfetmeye değer.
“İsmail” dedim. “Ne halt yapmaya geldik bu balık tutmaya”
“Bugün bereketli olur, hem yeni bir mera varmış az ileride”
Ben İsmail’i de sevmem. Böyle balıkçıya tüküreyim. Yine de bir keresinde gökyüzünü çok sevmiştim. Sabah rakıyla mı uyanmıştım ezanla mı hatırlamıyorum. Zaten orasını çok karıştırmamak gereken günlerdi. Asansörden inmiştim, yokuş aşağı Dario Moreno’nun heykeline yürüyordum. Ayaklarım eskiydi. Sokaklar akşam eğlencesinden yorulmuş, belediye işçilerini bekliyordu. Böyle boş sokaklara sarılmak lazım. Gün boyu arı kovanı gibi vızıltılar içinde kalır, akşam çökünce mesaiden gelmiş babam gibi sessizleşir. Öyle ki sessizlik ve senin aranda kalan boşluktan sarhoş olursun.
Sokağın sonuna gelince dudağımı yakan izmariti, dalgınlığından olsa gerek bir garsonun, dışarıda unutulmuş kül tablasında söndürdüm. Ay ışığı teğet geçiyordu yüzümü ve ben kendimi sahile attım. Bir çift öpüşüyordu karanlıkta. Bir çift el ele yürüyor, sarhoş bir balıkçı türkü söylüyordu. Bu havada iş vardı dostlar; gök yarı yarıya bulutluydu. Yine de bulutlardan ara sıra kendisini gösteren ay, denizde dans ediyor, gece hayvanlarına eşsiz manzarasını sunuyordu. Böylesi gökyüzüne sarılmak lazım. Katlanır sandalyesinde krallığını ilan eden balıkçı alkolden kısılmış gözleriyle denize dalmış, uçsuz bucaksız karanlık suların içerisini görebilen bir hali vardı. Denize gözleriyle dalanlara sarılmak lazım. Oltasına pek bakmıyor, balık tutmak gibi bir derdi de yok gibiydi. “İşte” dedim, “Böylesi balıkçıya sarılmak gerekir.” Kime dedim, niye dedim, orası pek bilinmez ya yine de saatlerce sahilde ayakta dikildim. Kimsenin beni göremeyeceği karanlıkta saklandım sonra bir süre. En son böylesi bir gizliliğe anne karnında sahip olmuştum gibi geldi. Hatırlarsınız, nemli tavanlarından rutubet akan o evi. İçerisi soğuktur ama siz üşümezsiniz. Yeterince tütün ve kağıtla dünyaları fethedersiniz. Kemikleriniz oluştukça kendinizi tanrı sandığınız o küçük dünyada bir o yana bir bu yana debelenirken hiç sıkılmadığınız bir uykuda peygamber gibi yatar, dışarıdan gelen gölgeleri gerçek zannedersiniz. İçerisi sıcaktır ama siz terlemezsiniz. Sonra bir gün zifiri saadet son bulur. Kılcal damarlarla dolu sinir ve kastan oluşan et duvar sizi bir bağırsak gibi dışarıya tükürür. Aydınlık gözlerinizi kör eder.
O sırada sahilde güneş doğuyordu. Deniz narin bir kız çocuğu gibi sise sarılmıştı. Sonra, güneş yükseldikçe göğe, deniz hırçın bir erkek çocuğu gibi şehre kafa tutmuştu. Sonra, balıkçı türküyü kesmiş, çiftler erotik oyunlarına son vererek evlerine gitmişti. Günün ilk ışıklarıyla bitki alemi terlemeye başlamıştı. Şimdi geri dönüp sevişmek için de vakit yoktu, işe gitmek gerekiyor. Güneş doğdu. Ben doğdum. Böyle güneşe tüküreyim.
