Sayın okuyucu, yine bir “neden olmasın ki?” anıyla karşınızdayım, zihnimde dönüp duran, bir türlü mantıklı bir limana yanaştıramadığım o absürt sorulardan biriyle. Hani bazen olur ya, en basit, en “apaçık” görünen kuralların ardında kocaman bir boşluk, bir “ama neden” fısıltısı yankılanır. İşte benimki de o hesap. Kafamın kuytularında fink atan, “hadi canım sen de!” dedirten bir fikirle geldim kapınıza. Ama bu seferki, öyle usul usul sızan bir “varoluşsal sızı” değil, daha çok damarlarımda gezinen (eğer varsa tabii) bir tür neden olmasın ki isyanı. Hani şu sinema salonlarının kadife kapıları var ya, o büyülü dünyaya açılan o eşikler… İşte o eşiklerden atların neden içeri alınmadığına dair beynimi kemiren o soru, bu kez biraz daha arsız, biraz daha “bana ne” diye haykırıyor.
Sinema salonlarına at sokulmamasının gerçekten mantıklı bir açıklamasını yapamaz bana kimse. Evet, yanlış duymadınız, atla sinema salonuna girmek istiyorum.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Atın sinemada ne işi var?” (bu soruyu soran o sığ zihinlere şimdiden bir çift lafım var, ama neyse, onu parantez içinde boğdum) İyi de, bizim ne işimiz var? Biz kimiz ki, o dev perdedeki illüzyonlara kendimizi bu kadar kaptırma hakkını kendimizde görüyoruz da, dört nala koşan, rüzgarla dans eden, belki de bizden çok daha derin bir “varoluşsal özgürlüğe” sahip olan atları bu keyiften mahrum bırakıyoruz? Bu, en hafif tabirle, türler arası bir faşizm değil midir? (kelimeler yine nasıl da büyüyor, nasıl da anlamlar yükleniyor… sanki bu “faşizm” lafını ederek dünyanın bütün sorunlarını çözmüşüm gibi bir hava, değil mi?)

“Ama efendim, atlar kocamandır, salona sığmaz”, zırva.
Koca koca alışveriş merkezlerine sığıyoruz da, bir zamanların fularlılarının ‘tapınak’ muamelesi yaptığımız sinema salonlarına mı sığamayacak o asil hayvanlar? ATLARIN DA ÖZEL KOLTUKLARI OLMALI, evet, hem de en konforlusundan! Belki de o koltuklar, bizim o sıkış tıkış, diz dize oturduğumuz ve yanımızdakinin mısır yeme sesinden filmi duyamadığımız o eziyet yuvalarından çok daha medeni, çok daha “atlara layık” olurdu. Düşünsenize, her atın önünde kişisel bir yulaf kovası, ayaklarının dibinde taze yoncalar… Belki de sinema deneyimi, o zaman gerçek bir ‘komün’ haline gelirdi; sadece iki ayaklıların değil, tüm canlıların (en azından oynamayan oyuncu atların) katılabildiği bir ortam.
Bir de şu var: Atlar, o filmlerde oynamıyor mu sanki?
Kah (bu salak ikilemeyi de [bunun adı ikileme değildi] hiç sevmem) bir kovboyun altında çölleri aşıyor, kah bir prensesin hayallerini taşıyor. Peki, kendi performanslarını izleme, kendi “oyunculuklarını” eleştirme (ya da beğenme) hakları neden olmasın? Belki de bir at, kendi oynadığı bir sahneyi izlerken, “Ya şurada biraz daha iyi kişneyebilirdim,” diye içinden geçirecek. Ya da bir başka at, yanındaki arkadaşına dönüp, “Şu insan oyuncu da ne acemiymiş, ben olsam o engeli böyle mi atlardım?” diye fısıldayacak. (Bu fısıltıları duymak için özel bir “atça-insanca” çeviri cihazı da icat ederiz, ne olacak)

Gördüğünüz gibi sayın okuyucu, bu “atla sinemaya girme” meselesi, benim için sadece uçuk bir fantezi değil, aynı zamanda mevcut hayvanat bahçesi düzenimizin o apaçık görünen saçmalıklarına, o “ama hep böyleydi” dayatmalarına karşı bir başkaldırı. Bir tür delilik mi bu? Belki. Ama akıllı geçinip de, hayatın en basit zevklerini bile belirli kalıplara, belirli türlere hapsetmekten daha büyük bir delilik olabilir mi?
Ben mi yine bir şeyi tamamlayamıyorum, yoksa asıl “tamamlanmamış” olan, bizim bu ata-erkil (hem mecazi hem de lafzi [yine bir şey türettim] anlamda, evet evet, laf oyunu yapmadan duramıyorum) sinema anlayışımız mı? Bilmiyorum. Ama bir gün, bir sinema salonunun en ön sırasında, yanımda kişneyen bir dostumla birlikte, belki de bir atın başrolde olduğu absürt bir komediyi izlerken bulursam kendimi, işte o zaman bloga yeni bir sayfa eklenmiş olacak. Daha az “sızı”lı, daha çok “kişneme”li bir sayfa…
